20 Kasım 2013 Çarşamba

Düşün Düşün Mohtur İşin!

Son günlerde kişisel gelişime hızlı bir dönüş yaptım. uzun süre önce aldığım reiki 2 nin ödevlerini yapmaya başladım, bir yandan da bir şeyler okuyorum. Ortalıkta bir sevgili de olmadığı içün, bol bol düşünüp tartacak vaktim oluyor.
Şu anki konum, hastalıkların zihinsel sebepleri. Biyoenerji, reiki vs gibi konuları bir kenara bıraksak ve şüpheci bir tavır sergiliyor olsak bile hayatta bir gerçek var, beynimiz bedenimizi sadece düşünceleriyle bile iyileştirebiliyor ya da hasta edebiliyor.  kafatasımızın içindeki o kıvrım kıvrım yumuşak gri şeyin nelere kadir olduğunu henüz tam olarak bilmiyoruz. Eskiden insanlar beynin düşünme merkezinin kalp olduğunu sanırmış, o zamandan beri en büyük ilerleme, düşünce merkezinin beyin olduğunu bulmamız ve ekgyi keşfetmemiz..
Düşüncelerimizin bedenimde hastalık yaratabildiğine kendi deneyimlerimle ikna olmuş bir insanım.

Kanıt 1: sürekli aşağılayan, hakaret eden ve bağıran müdürümün karşısında hep sol tarafım ona dönük otururdum. bunun akabinde, sol kulağım, ani işitme kaybı denilen ve sebebi tam belirlenemeyen bir hastalığa yakalandı. İlginç yanı sadece sol kulağımda ve nedeninin (kortizonla iyileşebildiği için doktorun tahmini savı) otoimmündisorder, yani bağışıklık sisteminin sapıtması. Bedenim bunu kendi kendine yaptı!

Kanıt 2: Sık sık boğaz sorunu yaşarım. Hatta çok sık. Son günlerde fark ettim ki, bir şeyler söylemek isteyip de söyleyemediğimde oluyor. birini kırmamak için lafımı yutuyorsam ya da iş yerinde o söylemek istediğim içimde kaldıysa hemen bogazım şişiyor!

Kanıt 3: ne zaman hayatta bir konunun bana yük olduğunu hissetsem, maddi manevi, hemen ya sırtım ağrıyor ya belim!

Yıllardır kütüphanemizde olan bir kitap var. Çok severim. Bir çeşit başucu kitabı. Louise L. Hay'in "Düşünce Gücüyle Tedavi" kitabı.

Kesinlikle faydalandığım bir kitap. eğer bir hastalığım var ve bir türlü geçmiyorsa, kitaptan bunun muhtemel kaynağı ile ilgili fikirler ediniyor ve olumlamalar yapıyorum. aynı zamanda kök nedeni bulup çözmeye çalışıyorum.

Mucize denen şeyin henüz açıklayamadığımız fenomenler olduğuna inanıyorum ve bu yöntem tam bir mucize yaratıyor!

Daha önce pek çok yerde okuduğum özet bir liste var, hastalık nedenleri ile ilgili. internetten kısaca bakınca indigodergisi.com'da buldum aynı listeyi, buraya da ekliyorum, karşılaştırınca siz de "aaa evet ya gerçekten" diyeceksiniz

AlerjilerKime karşı alerjiniz var. Kendi gücünü yâdsıma, ( eğer ki biriyle anlaşamadığınızı düşünüyorsanız ve bunu ciddi bir sorun haline getirmişseniz, vücut kendini devreye sokar ve bu işin ne kadar ciddi olduğunu size gösteriri)
İştahsızlık: Kendi hayatından vazgeçme. Aşırı korku, kendinden nefret etme, kendini reddetme. ( eğer ki hayata karşı büyük korkularınız varsa, bir de kendinizden hoşnut değilseniz iştahınızın kesilmesi hiç de olasılık dışı bir olay olmayacaktır)
Aşırı Kilo: Hayattan korkma. İncinme, aşağılanma, eleştiri veya cinsellikten korunma ihtiyacı duyma, duygulardan kaçmak güvensizlik. Doyum arama.
Ateş: Yakıcı öfke. (eğer ki öfkeyi hep uç noktalarda yaşayanlardansanız, bol bol hasta olmanız ve ateşlenmeniz gayet normaldir)
Baş Ağrısı: Kendini eleştirme, korku. Kendini muteber görmeme.
Baş dönmesi: Kararsız, dağınık düşünme. Dikkatle bakıp görmeyi reddetme.
Arpacık: Yaşama öfkeli gözlerle bakma. Birisine kızgınlık duyma. (eğer sabit birine sürekli öfkeleniyorsanız, gözleriniz onun güzel yönlerini asla görmeyecektir. Hangi gözünüzde arpacık çıktığı önemlidir. Sağ ise; erkek enerji, sol ise; dişi enerjidir.)
Bsyılma: Korku. Başa çıkamayıp bırakma. Geçici olarak bilincini yitirmek.
Unutkanlık: Korku, hayattan kaçış. Kendine sahip çıkamama.
Beyaz Saç: Gerilim. Baskı altında olduğuna, fazla zorlandığına inanma.
Bdemcik İltihabı: korku, bastırılmış duygular. Boğulmuş yaratıcılık, yapmak istediği şeyi yapamama.
Boğaz Ağrısı: Kendini, kendi cümleleriyle ifade edememek. Yaratıcılığın kısıtlanması. (lütfen takip edin, ne zaman ki bir şeye kızıp söyleyemezseniz, kendi düşüncelerinizi kelimelere dökemezseniz ardından boğazınızın ağrıması gayet normaldir. Kronik boğaz ağrıları olan insanlar kendilerini ifade edemeyen ve hep içine atan insanlardır)
Boyun ağrısı:  Hayata bakış açısından esnek olamamak. İnatçılık. (Eğer hayata esnek bakamayanlardan, hep tek yönden bakanlardansanız boynunuzun ağrıması, tutulması gayet normaldir)
Bronşit: Huzursuz bir aile ortamı. Tartışmalar ve bağrışma. Bazen sessiz sürtüşmeler.
Burun akıntısı: içsel ağlama, içsel feryat. Yardım isteme.
Burun Kanamasıtanınma, kabul edilme ihtiyacı hissetme. Sevgi isteme. Umursanmadığını hissetme.
Burun Tıkanıklığı: kendi değerini kabullenememe.
Dişeti Kanaması: hayatında verdiği kararlardan memnun olmama.
Egzama: soluk kesici kin. Zihinsel patlamalar.
Gstrit: süregelen belirsizlik. Kötü beklentiler. Kaygılanma.
Hazımsızlık: korku, endişe, dehşet hissetme, sızlanma ve homurdanma.
İshal: korku, reddetme, kaçış
Kekemelik: güvensizlik, kendini ifade eksikliği. Ağlamasına izin verilmemiş olmak. (çocukluğunda konuşmasına izin verilmemiş, hep susturulmuş bir insanın kekelemeden konuşmasını beklemek biraz zor.)
Kesikler: kendi kurallarınıza uymadığınız için kendi kendinizi cezalandırma.
Kistler: eski acı veren bir filmi oynatıp durma,. Yaraları besleme.  ( eğer ki sürekli geçmişte yaşayan bir insansanız, o geçmişinizin bağlı olduğu üzüntüyü temsil eden organınızda kist görülebilir)
Kulak Çınlaması: dinlemeyi reddetme. İç sesini işitmeme, inatçılık.
Kulak Ağrısı: öfke. İşitmemek istememe. Tartışan ana baba.
Kusmak: konuşamayacak kadar çok kızmış olmak. Çekinmeden, açıkça söylemekten korkmak. Otoriteye içerlemek.
Migren: kusursuz olma isteğiyle kendi üzerinde aşırı baskı yaratma. Çok fazla bastırılmış öfke. Hayatın akışına direnme. Cinsel korkular.
Mide Rahatsızlıkları: büyük korku, dehşet. Yeni den korkmak, Yeni yi özümseyememe.
Ülser: Korku, yeterince iyi olmadığına inanmak. Birilerini hoşnut etmeye can atmak.
Öksürük: dünyaya bağırma arzusu. “beni dinleyin, beni görün” haykırışı.
Sırt Ağrıları: hayattan maddi manevi destek talebi.  Alt sırt: para konusunda korku, mali destek istemek. Orta sırt: suçluluk duygusu. Üst sırt: duygusal olarak destek arayışı. Sevilmediğini hissetmek. Bu yüzden kendini sevmemek.
Yaralanmalar: kendine kızma. Öfkeyle için için yanma. ( genelde öfkeli olduğumuz zamanlarda bedenimizi bir şekilde yaralarız)
Yatağı Islatmak: ana-babadan (özellikle babadan) korkmak. Fiziksel olarak ya da ruhsal olarak korku.

18 Nisan 2013 Perşembe

Para-Pare


Para önemli bir olgu. Minnacık kağıt ya da demir nesneler hayatımızı şekillendiriyor, yenilemeyecek şeyler aslında karnımızı doyuruyor. 
Hiç amaç-araç ikilemine girmeyeceğim. Amaç olmasını hiç anlayamayanlardanım. istediğim rahatı, tadı, eğlenceyi elde etmek için araç olarak görenlerdenim ben. .Bazen bakınca üzerinde rakam yazan bir kağıdı elde etmek için neler çektiğimize nelere katlandığımıza inanamıyorum. 
Tarihte para olarak kullanılan nesneler çok çeşitli olmuş. her zaman şimdiki gibi ederinin altında bir nesne değilmiş para olan şeyler.
Bilindiği üzere ilk ticaret değiş-tokuş usulü yapılıyormuş. Zamanla toplumda çok sevilen ve/veya az bulunan nesneler para gibi sabit değeri olan bir değiştirme nesnesine dönüşüyor. Bilinen pek çok nesne yok aslında. Türkiye topraklarında yaşayan pek çok kişi milat öncesi dönemlerde deniz kabuklarının para olarak kullanıldığını bilir. Okullarda öğretiliyordu bir zamanlar. Afrika ve Çinde öyleymiş. Çikolata merakım nedeniyle kakaoyla ilgili yazıları okurken, kakao çekirdeklerinin de güney Amerika da bir zamanlar para birimi olarak kullanıldığını gördüm! Tanrıların yiyeceği sayılan bir besinin para yerine geçmesi gayet beklenebilen bir durum.
Mezopotamya da ise, başlangıçta ipe dizilip iki ucu mühürlenmiş kil tabletler varmış. Sanıyorum bu tabletlerdeki her bir madalya 1 koyun ediyor. Eh doğal olarak büyük bir para birimi, ufak alışverişlerde işe yaramamış.
Şu günlerde ortalama bir koyun 600 lira, 2 kilo un almaya kalksan kabus! Para üstü niyetine sana 3 tavuk, 5 kilo arpa ve 2 tespih böceği verirler herhalde J
Onun yerine zamanla arpa kullanılmaya başlanmış. 180 arpa 1 birim sayılıyormuş, Şekel deniyormuş. Bir süre sonra buna eş değer pahada yani 11 gram gümüş belirlenmiş.
Zamanla krallar denetim altına almak için bunu mühürlü halka ve levha haline dönüştürmüş, ama tarihin sanırım ilk enflasyonları nedeniyle paranın içine gümüşten başka şeyler katıp değerini düşürmüşler. Eritilmesini de yasaklamışlar ki millet anlamasın. Ama tüccar milletini kandırabilir misin sen? Ne rezalet, ne rezalet! Tüccarlar kapılarına kil tabletle “saf gümüşle ticaret yapılır, kral halkası kabul edilmez” yazmış. Bir de kil tablette olunca bu yazı bu tarihe kadar kalmış, tüm tarihe rezil oldular !
Zamanla Lidyalılar ilk madeni parayı bastılar. Sabit değeri olan altın gümüş karışımı imiş. Ülkemizdeki pek çok müzede gördüğümüz üzere bu sikke işi pek tutmuş, patlamış gitmiş!
Yıllar sonra çinde kağıt icat edilince kağıt para işine girmişler. Yani elinizdeki o paralar var ya, hepsi çinden çakma!
Sakin kafa düşününce, her ne kadar taşımak kullanmak daha kolay olsa da , arpa veya kakao çekirdeğinin takas  nesnesi olması daha mantıklı. Özellikle savaş dönemlerini düşününce, değerini kaybedip bir ucuz kağıt parçasına dönüşen paranın hayat illüzyonu olduğunu açıkça görebiliyoruz. Sadece refah döneminde önemi olan bu metal kağıt ve taşlar, insanın karnını doyurmuyor.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Şikayetçi benlik


İzmirdeyim, Halkapınar aktarma istasyonunda. İzmirli zaten sever toplu taşımayı, metro-İzban ikilisi genişlediler. Talep artıyor. Aktarma istasyonu köprüsü yetersiz kalmış. Sıkışık , merdivende 5 metre kuyruk. Kimse kavga etmiyor, kimse kimseyi ezmiyor. İzmir burası, İstanbul'a benzemez. İnsanlar itmez birbirini. Ama söylenen çok! Nasıl da seviyoruz şikayet etmeyi! Nasıl lezzetli geliyor başkasını kıran kırana eleştirmek!
Bir ohhh diyoruz, tüm dünyaya hırsımız o şikayetle geçiyor. Puff uçuyor. 
Biri köşeden resim çekiyor son model telefonuyla. Bağıra bağıra söyleniyor."Facebook'a koyacağım, İzmir'in çilesi yazacağım" diyor. Eskiden filmlerde bile renk olsun diye konan, her şeyi gazeteye ya da hükumete mektup yazarak şikayet eden işi boş pencere gülü emekli amcalar gibi :)
Facebook bir sosyal mecra. Artık şikayet, protesto gibi şeylerde bir numara. Ben çok anlamam sosyal medya ve toplum ilişkisinin o hassas detaylarını, topluma etkisini. Bi bildiğim Arap baharı. Ama izledikçe insanları korkuyorum . Bilgi kirliliği , dedikodu dolu bu mecrayı çok da ciddiye almaktan kaçınıyorum. 
Sadece Facebook değil tabii, diğer internet iletişim araçları da öyle. Hatta bu yazdığım blog bile, şu an yaptığım bile...

Sende Yaz Yaz Yaz



Yazmak bir dürtü gibi, ama değil gibi. Aslında nedeni var ama herhangi bir şey neden olabilir. Bir anda Starwars'ın tiradı gibi yazılar geçiveriyor aklınızın ucundan. Ama akıyor, gidici yani. Tutmak istiyorsun,  belki su kadar hızlı değil ama kum taneleri gibi akıp gidiyor parmaklarının arasından. Pişman oluyorsun sonra giden sözlerine. Biraz tüh, biraz üff. Üff çünkü yazı verseydin bir yere gitmeyecekti! Kalkmak zor geldi, elinde kalem yoktu, başka bir iş vardı. Mahsuscuktan kendini kandırmaya bahane çok! Ama salak değilsin ki yutar mısın hiç? Başkası söylese inanmayacağın yalanları kendin söyleyince inanmak edep mi? Yok değil. İnanamazsın işte kendine. Başka bir sebep vardır içeride. Beğenilmeme korkusu? Yetersizlik korkusu? Biraz yazmaya hazır olmamak. Ama bi gün tuvalete giderken bile yanında olan iPodun not kısmını açarsın ve yazmaya başlarsın, ondan sonra dökülür dünyan, toplanmış bir sofra bezini açınca dökülen ekmek kırıntıları gibi. Biraz istemli, biraz ani. Silkelenecek elbet bir yerde. Sadece yerini belirlemek sana kalmış. Bir çöp kutusunun içine mi silkeleyeceksin yok olsun diye, yoksa bahçenin bir köşesine mi, kuşlar gelip yesin diye. Salonun ortasına mı silkeceksin birini kızdırmak için yoksa yoksa minik bir ırmağa mı balıklarda da tadına baksın diye.

Gerçekten ekmek kırıkları benziyor yazılanlara. Hayatımızın sofrasında yaşayıp duruyoruz bir sürü şeyi, hepsi birer yemek. Bazısı leziz, bazısı soğumuş, bazısı rezil. Hepsi bir şey ekliyor bize. Sofradan kalkınca o öğün, her yediğimizden bir iz kalıyor sofra bezinde. Birer kırıntı, birer -dili geçmiş zaman hikayesi. Kalanı ne yapacağımız bize kalmış. Paylaşacak mıyız saklayacak mıyız.

Vira Bismillah!


Kafası karman çorman,
Zihni kolay durmayan,
Hatta zihni durmadığı ve uyuması gerekirken aynı anda 5 ayrı konuyu Kafasında evirip çevirerek kendini delirten,
Uyurken bile beyin bağlantıları çalıştığı için derin uykuya kolay geçemeyip 8 saatten az uyumaması gereken,
Sonunda alması gereken uykuyu almadığı için gün boyu mahur ve mahmur gözlerle bakan bir zavallıyım.

Muhtemelen zaman zaman yazılarıma da yansıyacaktır bu. Bir konudan diğerine atlayabilir, kelimeleri yanlış yazabilir, hatta odaklanamadığım için aylarca yazamayabilirim.

Bunun çözümünü ilkokul 3 civarı keşfettim. Uyumadan önce tamamen aklımı bir noktaya toplayan bir aktivite yapmak!

Başlangıç masal kitaplarıyla oldu. 
Büyüdükçe buna başka şeyler eklendi:
Tiyatro provalarım, 
film izlemek ,  
yemek veya kek pasta börek yapmak, 
ve son dönemde eklenen; dizilerimi izlemek,
şimdi bir de yazmayı deneyeceğim.

Aklımdakilerin bir kısmını yapar, yapmakla alakalı olmayan ya da yapamayacağın şeyleri de yazarsam biraz atlar azalır diye düşünüyorum.