18 Nisan 2013 Perşembe

Para-Pare


Para önemli bir olgu. Minnacık kağıt ya da demir nesneler hayatımızı şekillendiriyor, yenilemeyecek şeyler aslında karnımızı doyuruyor. 
Hiç amaç-araç ikilemine girmeyeceğim. Amaç olmasını hiç anlayamayanlardanım. istediğim rahatı, tadı, eğlenceyi elde etmek için araç olarak görenlerdenim ben. .Bazen bakınca üzerinde rakam yazan bir kağıdı elde etmek için neler çektiğimize nelere katlandığımıza inanamıyorum. 
Tarihte para olarak kullanılan nesneler çok çeşitli olmuş. her zaman şimdiki gibi ederinin altında bir nesne değilmiş para olan şeyler.
Bilindiği üzere ilk ticaret değiş-tokuş usulü yapılıyormuş. Zamanla toplumda çok sevilen ve/veya az bulunan nesneler para gibi sabit değeri olan bir değiştirme nesnesine dönüşüyor. Bilinen pek çok nesne yok aslında. Türkiye topraklarında yaşayan pek çok kişi milat öncesi dönemlerde deniz kabuklarının para olarak kullanıldığını bilir. Okullarda öğretiliyordu bir zamanlar. Afrika ve Çinde öyleymiş. Çikolata merakım nedeniyle kakaoyla ilgili yazıları okurken, kakao çekirdeklerinin de güney Amerika da bir zamanlar para birimi olarak kullanıldığını gördüm! Tanrıların yiyeceği sayılan bir besinin para yerine geçmesi gayet beklenebilen bir durum.
Mezopotamya da ise, başlangıçta ipe dizilip iki ucu mühürlenmiş kil tabletler varmış. Sanıyorum bu tabletlerdeki her bir madalya 1 koyun ediyor. Eh doğal olarak büyük bir para birimi, ufak alışverişlerde işe yaramamış.
Şu günlerde ortalama bir koyun 600 lira, 2 kilo un almaya kalksan kabus! Para üstü niyetine sana 3 tavuk, 5 kilo arpa ve 2 tespih böceği verirler herhalde J
Onun yerine zamanla arpa kullanılmaya başlanmış. 180 arpa 1 birim sayılıyormuş, Şekel deniyormuş. Bir süre sonra buna eş değer pahada yani 11 gram gümüş belirlenmiş.
Zamanla krallar denetim altına almak için bunu mühürlü halka ve levha haline dönüştürmüş, ama tarihin sanırım ilk enflasyonları nedeniyle paranın içine gümüşten başka şeyler katıp değerini düşürmüşler. Eritilmesini de yasaklamışlar ki millet anlamasın. Ama tüccar milletini kandırabilir misin sen? Ne rezalet, ne rezalet! Tüccarlar kapılarına kil tabletle “saf gümüşle ticaret yapılır, kral halkası kabul edilmez” yazmış. Bir de kil tablette olunca bu yazı bu tarihe kadar kalmış, tüm tarihe rezil oldular !
Zamanla Lidyalılar ilk madeni parayı bastılar. Sabit değeri olan altın gümüş karışımı imiş. Ülkemizdeki pek çok müzede gördüğümüz üzere bu sikke işi pek tutmuş, patlamış gitmiş!
Yıllar sonra çinde kağıt icat edilince kağıt para işine girmişler. Yani elinizdeki o paralar var ya, hepsi çinden çakma!
Sakin kafa düşününce, her ne kadar taşımak kullanmak daha kolay olsa da , arpa veya kakao çekirdeğinin takas  nesnesi olması daha mantıklı. Özellikle savaş dönemlerini düşününce, değerini kaybedip bir ucuz kağıt parçasına dönüşen paranın hayat illüzyonu olduğunu açıkça görebiliyoruz. Sadece refah döneminde önemi olan bu metal kağıt ve taşlar, insanın karnını doyurmuyor.

17 Nisan 2013 Çarşamba

Şikayetçi benlik


İzmirdeyim, Halkapınar aktarma istasyonunda. İzmirli zaten sever toplu taşımayı, metro-İzban ikilisi genişlediler. Talep artıyor. Aktarma istasyonu köprüsü yetersiz kalmış. Sıkışık , merdivende 5 metre kuyruk. Kimse kavga etmiyor, kimse kimseyi ezmiyor. İzmir burası, İstanbul'a benzemez. İnsanlar itmez birbirini. Ama söylenen çok! Nasıl da seviyoruz şikayet etmeyi! Nasıl lezzetli geliyor başkasını kıran kırana eleştirmek!
Bir ohhh diyoruz, tüm dünyaya hırsımız o şikayetle geçiyor. Puff uçuyor. 
Biri köşeden resim çekiyor son model telefonuyla. Bağıra bağıra söyleniyor."Facebook'a koyacağım, İzmir'in çilesi yazacağım" diyor. Eskiden filmlerde bile renk olsun diye konan, her şeyi gazeteye ya da hükumete mektup yazarak şikayet eden işi boş pencere gülü emekli amcalar gibi :)
Facebook bir sosyal mecra. Artık şikayet, protesto gibi şeylerde bir numara. Ben çok anlamam sosyal medya ve toplum ilişkisinin o hassas detaylarını, topluma etkisini. Bi bildiğim Arap baharı. Ama izledikçe insanları korkuyorum . Bilgi kirliliği , dedikodu dolu bu mecrayı çok da ciddiye almaktan kaçınıyorum. 
Sadece Facebook değil tabii, diğer internet iletişim araçları da öyle. Hatta bu yazdığım blog bile, şu an yaptığım bile...

Sende Yaz Yaz Yaz



Yazmak bir dürtü gibi, ama değil gibi. Aslında nedeni var ama herhangi bir şey neden olabilir. Bir anda Starwars'ın tiradı gibi yazılar geçiveriyor aklınızın ucundan. Ama akıyor, gidici yani. Tutmak istiyorsun,  belki su kadar hızlı değil ama kum taneleri gibi akıp gidiyor parmaklarının arasından. Pişman oluyorsun sonra giden sözlerine. Biraz tüh, biraz üff. Üff çünkü yazı verseydin bir yere gitmeyecekti! Kalkmak zor geldi, elinde kalem yoktu, başka bir iş vardı. Mahsuscuktan kendini kandırmaya bahane çok! Ama salak değilsin ki yutar mısın hiç? Başkası söylese inanmayacağın yalanları kendin söyleyince inanmak edep mi? Yok değil. İnanamazsın işte kendine. Başka bir sebep vardır içeride. Beğenilmeme korkusu? Yetersizlik korkusu? Biraz yazmaya hazır olmamak. Ama bi gün tuvalete giderken bile yanında olan iPodun not kısmını açarsın ve yazmaya başlarsın, ondan sonra dökülür dünyan, toplanmış bir sofra bezini açınca dökülen ekmek kırıntıları gibi. Biraz istemli, biraz ani. Silkelenecek elbet bir yerde. Sadece yerini belirlemek sana kalmış. Bir çöp kutusunun içine mi silkeleyeceksin yok olsun diye, yoksa bahçenin bir köşesine mi, kuşlar gelip yesin diye. Salonun ortasına mı silkeceksin birini kızdırmak için yoksa yoksa minik bir ırmağa mı balıklarda da tadına baksın diye.

Gerçekten ekmek kırıkları benziyor yazılanlara. Hayatımızın sofrasında yaşayıp duruyoruz bir sürü şeyi, hepsi birer yemek. Bazısı leziz, bazısı soğumuş, bazısı rezil. Hepsi bir şey ekliyor bize. Sofradan kalkınca o öğün, her yediğimizden bir iz kalıyor sofra bezinde. Birer kırıntı, birer -dili geçmiş zaman hikayesi. Kalanı ne yapacağımız bize kalmış. Paylaşacak mıyız saklayacak mıyız.

Vira Bismillah!


Kafası karman çorman,
Zihni kolay durmayan,
Hatta zihni durmadığı ve uyuması gerekirken aynı anda 5 ayrı konuyu Kafasında evirip çevirerek kendini delirten,
Uyurken bile beyin bağlantıları çalıştığı için derin uykuya kolay geçemeyip 8 saatten az uyumaması gereken,
Sonunda alması gereken uykuyu almadığı için gün boyu mahur ve mahmur gözlerle bakan bir zavallıyım.

Muhtemelen zaman zaman yazılarıma da yansıyacaktır bu. Bir konudan diğerine atlayabilir, kelimeleri yanlış yazabilir, hatta odaklanamadığım için aylarca yazamayabilirim.

Bunun çözümünü ilkokul 3 civarı keşfettim. Uyumadan önce tamamen aklımı bir noktaya toplayan bir aktivite yapmak!

Başlangıç masal kitaplarıyla oldu. 
Büyüdükçe buna başka şeyler eklendi:
Tiyatro provalarım, 
film izlemek ,  
yemek veya kek pasta börek yapmak, 
ve son dönemde eklenen; dizilerimi izlemek,
şimdi bir de yazmayı deneyeceğim.

Aklımdakilerin bir kısmını yapar, yapmakla alakalı olmayan ya da yapamayacağın şeyleri de yazarsam biraz atlar azalır diye düşünüyorum.