4 Eylül 2015 Cuma

Olmasa da olur ... mu?

Son zamanlarda TVde bir kamu spotu dolanıyor; “olmasa da olur” Mesela abla çantaya bakıyor, “ay çok güzel olduuu” diyor sonra “olmasa da olur” diyip almıyor. Arkadan bir ses, “Ama eğitim olmazsa olmaz, almayın o parayla vakfımıza bağış yapın” diyor. Düşününce çok mantıklı geliyor, olmasa da olursa niye alıyorsun ki? Yani illa o vakfa bağış olarak vermene gerek yok.  Sadece olmasa da olacaksa alma… Bir arkadaşım da bu reklamdan bağımsız bir sohbette bunu kendisi için yaklaşık 1 senedir uyguladığını söyledi. Onun kalıbı da şu “ben bunu almasam da bir şey kaybetmeden hayatımı sürdürebilir miyim?” Aslında bu format işi daha da minimalize ediyor.
Bir düşününce olmasa da hayatımı sürdürebileceğim çok şey olduğunun farkına vardım. Mesela çok beğenerek aldığım fotoğraf çerçeveleri var, biraz da ucuz olmalarının gazıyla 4 tane aldım. Tamam çok beğenerek aldım ama ihtiyacım yoktu ki. Hiç sevmediğim hale getirdim evimi. Her yerde ayrı ıncık cıncık! Kendimi eşyaya boğmaktan başka ne işe yarıyor?
Her ay üstüme başıma 1-2 kıyafet alıyorum. Artık resmen dolaplar taşıyor. Tamam kısa süre önce kilo verdim ve kıyafetlerim büyük gelmeye başladı. Ama bu kadarına ihtiyacım var mıydı? Yoktu . bir de eskilerini büyük de gelseler vermeye kıyamıyorum ki. Dolapta askıda duruyorlar. Ben onlara bakıyoruuuum onlar bana.
Fark ettim ki bu alışveriş için kendime bahaneler de üretiyorum. Mesela siyah tshirt. Tamam kabul, çok kullanıyorum. Ama evde 5 tane varken “ucuz buldum sonra ihtiyacım olunca bulamayabilirim” diye bir tane daha almaya gerek var mı?
Aynı şey kalori için de geçerli.  Alışveriş merkezinde dolanırken, sıcak gelince su içmek yerine neden gidip 1000 kalorilik bol yağlı ve şekerli, hem de 15 lira olan bir frappeyi alayım? Hem maddi hem tıbbi açıdan zarar vermiyor muyum kendime?
Bunu uygulamaya çalışıyorum son günlerde. Ama bilinçaltımdan şöyle bir dürtülmüyor değilim. Huzursuz bi kıpırtı oluyor. İçeriden bir şey “ Ama al onuuuuu! Sonra pişman olursuuuun. Al dursun kenardaaaa, bi tane daha aaaaaaal, o tshirtü beğendin, hem de ucuz, 4 rengini de aaaaal  !!” diye bağırıyor arkadan. Ritim tutuyor resmen “Al! Al! Al! Al! Al!” alınca da “oleeeeeeeeey” diye bağırıyor. Resmen takdir edilme güdümü tatmin ediyor. Mutlu oluyorum, arşa eriyorum.
Eski bir şeyi vermeye kalkınca da aynı ses “ Ya giymek istersen onu? Ya bi gün ihtiyacın olursa? Ya pişman olursan?” diyor. Oysa 4 yıldır giymemişim onu!
Durup “kim lan bu sermaye yardakçısı şakşakçı?” diyesi de gelmiyor bir türlü insanın. Neden benim para harcamamdan, stokçuluk yapmamdan zevk alıyor böyle?
Aslında pek çok etken var bilinçaltımızı kesemize ve bedenimize düşman hale getiren.
Her şey bilinç altımızdaki kodlarla başlıyor. Ben bunu ilk kilo vermeye çalışırken öğrenmiştim. “Kıtlık metabolizması” diye bir şey var. Aslında bir çeşit savunma mekanizması. İnsanlık tarımı keşfetmeden önce, açtık biz. Çok açtık. İki gün yemek bulup 3. gün bulamayabiliyorduk. Muhtemelen hepimiz de fittik. Karbonhidratın az, protein ve meyveyle besleniyorsun, onu bulabilmek için de enerji harcadığından fit fit geziyorsun. O zamanlar gezentisin, üzerinde yük de eşya da istemiyorsun o yüzden model model kürkleri biriktirmiyorsun, yiyecek stoklamıyorsun.  Ama ya aç kaldığın günler? İşte vücudun o kara günler için stok yapmayı öğrenmiş. Bol bol yağ stoklayıp kenara atıyor ki aç kalırsan depodan çıkarıp yesin. Bir kıyafetin var onla yaşıyorsun yırtılana kadar. Tek iktidar göstergesi ise fiziksel güç. Güçlüysen en çok sen yersin, hem güçlü kalır hem diğerlerinin üzerinde olursun. O nedenle bedenin sana hep “daha çok yemek, daha çok yemek” diyor.
Tabii ki bu tarım geliştikçe yemek bulmak nispeten kolaylaştı. Ama korku var ya serde, bedeninin dışında da stoklamaya başladın. Ambarlar kurdun. Sonra artık toprakla uğraşabilmek için bir oraya bir buraya gitmemen gerekmeye başladı. Kaldın olduğun yerde. Eh, o zaman eşya da yük değil. Neden onu da stoklamayasın? Ahanda zenginlik ortaya çıkıyor. Zenginlik kavramı, iktidarı gücün üzerinden burada alıyor. Fiziksel gücü olan adamı bile emrine çekmeye başlıyorsun. Oh ne güzel! İşte burda “yemek” kelimesi siliniyor ve “hep daha çok, hep daha çok”  kalıbı kalıyor. En fazla kimdeyse güç onda. Tabii bu durumda henüz kendi kullanımına özel eşyalar günümüzdeki kadar abartılı çoklukta değil. Onlara ulaşmak zor ve çok fazla buğdaya mal oluyorlar. Tabii ki sende “daha çok” olduğunu insanlara gösterme yöntemin haline geliyor. “bakııııın o kadar çok arpam var ki her yere yetti bi de üstüne bunları aldım” ama maliyet yüksek, hepsi bir yere kadar. Sonra uzun süre durum milim milim ilerlese de buna yakın kalıyor. Bir yandan da tarım iyice ilerlemiş hammadde ucuz ama el işi uzun sürdüğünden pahalı.
Düzen sürüyor, ta ki üretmek kolaylaşıp çevredeki eşya sayısı artıp fiyatı azalana kadar. Yani burdan da geldik hoooop sanayii devrimi. İşte zurnanın zırt dediği yer orada. O zamana kadar geçinmek ve tamah mümkün ve orta düzey bir erdem. Oradan sonra bir de buhranlar baş gösterince işler kızışıyor. Önce üretim kolay ama üretebilecek makinalar için iş gücü lazım. El ile üretenler pahalı kaldığı için onlar satamıyor ve hoooop otomatikman iş gücüne dönüyorlar. Aman tanrım Humanities 102ye giriş yaptım hemen çıkıyorum. Şu anda elimizde daha ucuza üretilebilecek mallar var. İnsan da çok ama herkes alışmış sınırlı yaşamaya. Mallar kaldı elde! Amerika’nın büyük buhran dönemi de bildiğim kadarıyla buralara bir yere denk geliyor.
Sonra birileri zekice iki hamle geliştiriyor. Birincisinin adı “REKLAM” çağımızdaki tüketim çılgınlığının en temel sebeplerinden biri bu. Çünkü reklam sektörü geliştikçe, algı yönetimine hakim oldukça, subliminal dünyaya girdikçe işte içimizdeki o canavarı körükledi. İçimizdeki o kötü iç ses aslında doğduğumuzdan beri maruz kaldığımız reklamlar ve o reklamların biz ve dışımızdaki tüm insanlarda yarattığı kollektif algı.
En son bir belgesel izledim. Orada gördüğüm kadarıyla ne yaparsak yapalım toplumun %90ında bir toplumsal kabul görme eğilimi var. Bir adamı MR makinesine sokuyorlar ve ona portreler gösteriyorlar. Önce kendisi puanlıyor sonra toplumun geneli o kişiye kaç puan vermiş o görülüyor. MRda fark ediliyor ki beynin bir bölgesi – ki ben kendisine koyuncuk diyeceğim- eğer adam toplumdan çok farklı bir cevap verdiyse aktive oluyor ve kendini kötü hissettiriyor. Deneye katılan adam, kendisinin 7 verdiği kıza toplum 3 verince telaşlandığını, “yanlış bir şey mi yaptım, bir şeyi mi kaçırdım acaba” dediğini söyledi. Tabii ki bu evrimin bir parçası. Yıllar içinde topluma uymak bizi hayatta tutmaya destek oldu. Mesela onların yemediğini yememek bizi zehirlenmekten korudu. Sonuçta onun zehirli olduğunu  bilmesek de topluma uyarsak zehirlenmeyiz. Bu koyuncuk bölümü herkeste aktif değil. Tabii bu da evrimin bir sonucu. Arada aykırı bireyler de yaratıyor ki, toplum ilerleyebilsin. İlerlemeler bu adamların fikirlerinden çıkıyor onların yol göstermesiyle koyuncuk bölgenizin ilerlemeden korkma güdüsü topluma gem vurmuyor. Neyse ben yine karıştırdım konuyu, sonuçta siz ömrünüz boyunca reklama maruz kalmasanız da çevrenizdekiler kalıp etkilendiği için sizi etkiliyor. İlk yeğenimde kuzenim bir karar almıştı. Kız olan çocuğa kırmızı-pembe yerine rengarenk kıyafetler aldı. Çocuk reklam da izlemiyor. Ne beklersiniz? Çocuğun kişisel zevkleri özgür gelişsin dimi? Cık! Öyle olmadı. Çocuk baktı ki parkta herkes pembe giyiyor. Başladı ben pembe etek istiyorum, pembe bilmemne giyeceğim…  İşte hep o koyuncuk yüzünden bunlar.
Koyuncuğun en büyük etkisi ne? Moda! Bu gün hangi liseye gitseniz, imam hatip, Anadolu,  teknik -fark etmez- tüm lise son öğrencilerinde ayfon 6 veya 6 plus görürsünüz.  Ben gördüm de söylüyorum. Şoka girdim. Ben kendim verip alamaya kıyamamış, hatta alamamışken bu çocuklarda bu telefonun ne işi var?? Çünküüüü modaaaa! Anne babaya baskı Allah baskı! Bizde kıçında don olmayan adamda bile ayfon var. Neden? Moda! Toplum sende onun olmasına zorluyor seni.  İşte bu moda dedikleri de hep o koyuncuk zaten.
Bir de “belirlenmiş kullanım süresi” çılgınlığı var. Bu da aynı adamların işi. O buhran döneminde baktılar ki, bir makine yapılıyor, insanlar 20 sene onu kullanıyor. Eh iş görüyorsa neden atıp yenisini alsın. Ama üretim devam ediyor. Eee ne yapmak lazım? Demiş ki abiler “ İnsanlar bizim istediğimizden daha uzun süre kullanamasınlar o zaman” bunun için de iki yöntem geliştirmişler. Birincisi bozulma yöntemi. Yani bir eşya alıyorsunuz- ki bu genelde  büyük beyaz eşya ya da mobilya gibi şeylerde kullanılıyor- bir süre kullandıktan sonra hooop bozuluyor! Parçalar aslında aynı maliyete ya da cüzi olarak daha yükseğine 20 yıl dayanabilecek şekilde yapılabilirken, 5 yılda bozulacak şekilde yapılıyor ki yenisi alınsın.
İkinci yöntem ise size ayfon yöntemi olarak tanıtacağım yöntem. Teknoloji! Şimdi bi telefon alıyorsunuz, 6 ay sonra yenisi çıkıyor. 2 sene sonra üzerine 3 model gelmiş ve telefonunuz yeni updateleri kaldıramaz hale gelmiş. Aslında 2 senede adamın kendi teknoloji bilgisinde ilerleme olmasa da elindekini 2 yıla yayıyor ki sen her bir adımda yenisini almak zorunda kal. Buna teknolojiyle kullanılamaz hale getirtme diyebiliriz. Mesela ben telefonum çalışır durumdayken yeni bir telefon almak zorunda kaldım. Çünkü herkeste whatsup vardı bende yoktu ve insanlar akıllı telefon almam için baskı yaptılar. Ahanda teknolojik mecburiyet.
Neyse, sonuçta reklam sektörü bunu çözdü. Başladı bize “zengin olmana gerek yok, olmasan da çok eşyan olmalı” düşüncesini pompalamaya. Bizde başladık almayaaaaa.
Yıllar içerisinde her geçen gün tüketme manyaklığı daha da arttı. Ha bir de serde stokçuluk var “kıtlık metabolizması”nın hediyesi. Artık ihtiyacımızdan fazla kıyafet alıyor, onu koymak için daha fazla dolap alıyor onu koymak için daha büyük evler istiyoruz. Bu da bir şekilde sadece çevreyi değil ruhumuzu kirletiyor. Hep çok fazlasını istemek, elde edemediklerine hasetlenmek huzurumuzu bozuyor. Oysa araban Porsche değil de Fiat olunca ne değişiyor? Yaşayamıyor musun? Sonunda seni her yere taşıyamıyor mu?
Ben artık ruhumu bu eşyaların ağırlığından kurtarma kararı aldım. Aynı şey zararlı ve gereksiz yiyecekler için geçerli. Mutlu edecek kadar minimalde çikolata dışında, kendimi bu gereksiz yağ kaynaklarından kurtaracağım.
Ne güzel dedim, ama yapabilecek miyim? Belli olmaz. Sonuçta koyuncuğa karşı koymam, kıtlık metabolizmasını alt etmem gerekiyor. Zor bir savaş, bana şans dileyin!




Hiç yorum yok:

Yorum Gönder